9 Ekim 2013 Çarşamba

PLAYİNG FOR CHANGE

Dünyanın yaşadığı şu günlerde, politik, siyasi, toplumsal, dinsel, dilsel, felsefik gibi birçok alanda insan ister istemez travma alıyor ve bu travmalardan kaynaklı psikolojik sorunlar ortaya çıkıyor. İster kendini uzak tut, ister bu gibi meselelerle ilgilenme öyle ya da böyle etkileniyorsun mecburen... Artık insan düşünmek, hissetmek istemiyor bu şekilde oldukça...
İnsanoğlu kendini uzaklaştırmak istiyor. Issızlaşmak, huzuru yakalamak istiyor artık...
Bu sebeptendir ki; daha fazla travmatolojik etkilenmenin yaşanmaması için, sevgi, saygı, huzur, bütün bir hayat yaşamak için değişmek gerekiyor... Bob Marley in de şarkısında dediği gibi ''we dont need no more trouble''
iyi dinlemeler...

BENİM İLGİLENDİĞİM SADECE SENSİN

Geçinmek için ne yaptığın beni ilgilendirmiyor
Neyi özlediğini,
Kalbinin arzuladığı şeye kavuşmanın hayalini kurmaya cesaret edip edemediğini bilmek istiyorum.

Kaç yaşında olduğun beni ilgilendirmiyor
Aşk için, hayallerin için, yaşıyor olma serüveni için
Bir aptal gibi görünme riskini göze alıp almayacağını bilmek istiyorum.

Ay'ının etrafında hangi gezegenlerin döndüğü beni ilgilendirmiyor,
Kederinin merkezine dokunup dokunmadığını, hayatın ihanetlerince açılıp açılmadığın, daha fazla acı korkusundan kapanıp kapanmadığını bilmek istiyorum.

Saklamaya, azaltmaya ya da düzeltmeye çalışmadan benim ya da kendi acınla oturup oturamayacağını bilmek istiyorum.

Benim ya da kendi neşenle olup olamayacağını, insan olmanın sınırlılığını hatırlamadan, bizi dikkatli ve gerçekçi olmamız için uyarmadan çılgınca dans edip coşkunun seni parmak uçlarına kadar doldurmasına izin verip vermeyeceğini bilmek istiyorum.

Bana anlattığın hikayenin doğru olup olmaması beni ilgilendirmiyor
Kendi kendine dürüst olmak için bir başkasını hayal kırıklığına uğratıp uğratamayacağını; ihanetin suçlamasına dayanıp, kendi ruhuna ihanet edip etmeyeceğini bilmek istiyorum

Güvenebilir ve güvenilebilir olup olamayacağını bilmek istiyorum,
Her gün sevimli olmasa da güzelliği görüp göremeyeceğini bilmek istiyorum
Benim ve kendi hatalarınla yaşayıp yaşayamayacağını;
Bir gölün kenarında durup gümüş Ay'a "EVET!" diye bağırıp bağırmayacağını bilmek istiyorum.

Nerede yaşadığın ya da ne kadar paran olduğun beni ilgilendirmiyor,
Keder ve umutsuzlukla geçen bir gecenin ardından, yorgun, bitap da olsan,
çocuklar için yapılması gerekenleri yapıp yapmayacağını bilmek istiyorum.

Kim olduğun, buraya nasıl geldiğin beni ilgilendirmiyor
Çekinmeden benimle ateşin ortasında durup durmayacağını bilmek istiyorum.

Nerede, kiminle, ne okuduğun beni ilgilendirmiyor
Diğer her şey bittiğinde seni ayakta tutan şeyin ne olduğunu bilmek istiyorum..

Kendinle yalnız kalıp kalamadığını, ve o boş anlarda sana arkadaşlık eden kendini gerçekten sevip sevmediğini bilmek istiyorum..

(Kanadalı bir kızılderili...)
 

31 Ağustos 2013 Cumartesi

ÖZLEMEK GÜZEL ŞEY



EVDEKİ SES
Özlemek gerçekten önemli bir şeymiş insanoğlunun hayatında… Bütün birikimlerini, yaşamlarını, yaşanmışlıklarını, hayallerini meğersem özleyebiliyormuş. Bütün hayatın bir aradayken farkına varılmıyorsa da er ya da geç sonradan farkına çok kötü bir şekilde varılıyor.
Bütün o yaşananlar zamanında ne güzel günler, bu benim için çok iyi oldu ya da keşke bunlar olmasaydı şeklinde bir kritikten geçmiyor elbette… Düşünmezsin sonuçta… Bu şekilde düşünmeli miyim ya da düşünmemeli miyim diye de aklına bir fikir gelmez. Yaşarsın, sadece yaşarsın… İyisini kötüsünü ayırt etmeden, güzel veya kötü bilmeden, sonra çok pişman olurum ya da iyi ki yapmışım demeden yaşarsın… Ama özlersin… Sebepsizce, neden diye sorgulamadan, ayrım yapmadan özlersin.
Özledim mesela; sabahtan akşama, salonda herkesin her birey için özel olarak rezerve edilmiş olan koltuğunda, bilgisayar başında, internet âleminin içinde bıkmadan, usanmadan vakit geçirmesini… Arada sırada hoş bulunan bir müziğin, yazının, şiirin, haberin paylaşılmasını ve bunlarla ilgili konuşulmasını… Gecenin bir yarısına kadar vücudunun şeklini almış, çukurlaşmış koltukta, belki tam tersi olarak koltuğun şeklini almış vücudumuzla oturmayı özlüyorum. Arada sırada sanki Budist rahiplerini ziyarete gibi gelip sanki ikramlarını bize sunmak için vazifelendirilmiş misafirlerin bizi şahsa ait koltuklarında, aynı pozisyonda bulmalarını ve ‘’siz sadece burada mı yaşıyorsunuz?’’ sorusunu sormalarını özledim mesela…
Özledim mesela Tuğrul’un rap müzik sevdasını ve bırakılırsa bıkmadan günlerce, aylarca ve yıllarca kesintisiz bir şekilde dinleyebileceğini bilmeyi… Mahmut’un yeni isimler, gruplar ya da bunların jazz akustik versiyonlarını keşfetmesini, yeni bir isim keşfettiğinde bu kişinin sesini duyduğunda ki heyecanı tüm vücudunda hissetmesini… Sonra bize gelip ‘’ dinle, muhteşem bişe’’ demesini… Yeni bir site bulup onu bizimle paylaşmasını özlüyorum mesela… Benim farklı bir şeyler keşfetmemi, yenilikleri inceleyip, eskilerin unutulmuş ezgilerini tozlu raflardan çıkarıp geniş bir repertuarla birlikte bir radyo programı gibi sunmamı özledim mesela… 
Benim İlhan İrem, Fikret Kızılok, Melahat Gülses gibi isimleri açıp sonrasında Tuğrul’un ‘’bu kim yaaaaaa?‘’ demesini benimde ona, şaka yolla aşağılar bir tonda ‘’ bilmiyor musun bunu? Çok ayıp… tıt tıt tı’’ dememi ve açıklamamı özledim mesela…
Özledim mesela okuldan dönerken evde Tuğrul’un yemek yapmış olmasını dilemeyi fakat eve döndüğümüzde bir hayal kırıklığı yaşamayı.  Tuğrul’un yemek yapmasını canının çekmesini ve sonrasında ortaya fırında patatesli, biberli, domatesli, soğanlı tavuk yapmasını ve her seferinde de bunda kendini farklı yollarda geliştirmesini ya da ‘’hadi bir iki lira atın’’ deyip 300 gram kıymayla kıymalı makarna yapmasını. Bazen bizim sıkılıp Mahmut ile birlikte garnitürlü, tonbalıklı makarna yapmamızı, bir iki sefer olmuş olsa da ‘’evde ne var ne yok salatası’’ ile sağlıklı yaşam yemeği yapmamızı özledim mesela…  Ama yine de Tuğrul’un farklı bir yemek yapma arzusunu beklemeyi özledim…
Özledim mesela bizim meşhur kadınların altın günü tadında ‘’koko dürüm’’ günlerimizi… Grubu toplayıp, kendimizden geçercesine ‘’koko dürüm’’ yemeyi… Ayrıca her seferinde aynı diyalogların yaşanmasını ve sanki ilk kez duyuyormuşçasına dinlemeyi…
-Mert: Abiiiiiiiii….! Bu bambaşka bişee… Var ya… (kollarında kılları göstererek) tüylerim diken diken… Süper bişe
-Herkes: (başını sallar ama umursamaz)(Refik hariç)
-Refik: Aslında bu bize bu kadar güzel geliyor… Ben İstanbul da bunu yaptım herkes normal karşıladı…
Ve diyalog bu şekilde devam eder… ‘’koko dürüm’’ sonunda herkesin şişmiş bir vaziyette acaba bir dürüm daha yiyebilir miyim düşüncesiyle aklını meşgul etmesini özledim mesela…  Çok mu gurmelik bir tattı, belki değil… Annemlerin taktığı bir isimle ‘’tavuklu salata işte’’ ama mesele tavuklu salata değildi… Bizim bir arada olmamız ve muhteşem masa başı sohbetlerimizdi ve ben bunu özledim mesela.
Özledim mesela Mert’in bize gelip, birkaç dakika oturup sonrasında her zaman çok sıkıldığını belli ederek iki elini birbirine çarpıp, tempo tutar şekilde ‘’hadi n’apyoz’’ sorusunu sormasını ve sonrasında zaten kısıtlı olan mönümüzden birini seçmemizi… Ya batak atacaz belki Rıfkı, ya 101 yapacaz ya da şarkı yapacaz… Oyunların sonunda kaybedene bulaşığı kitlemeyi özledim mesela…
Şarkılı türkülü gecelerimizde istekler doğrultusunda Birsen Tezer (Tuğrul ca nam-ı diğer Erhan Tezel), yine Tuğrul ca da içinde kılıç (Zülfikar) olan şarkıyı (MFÖ- gözyaşlarımızı bitti mi sandın) ve gecenin sonunda düş sokağı yapmayı, sanki bir ayin müziği gibi kendimizden geçmeyi özledim mesela…  Yine bu gecelerin sonunda, kendimize yeni besteler icat edip, sonrasında sanki bir şarkıya benziyor bu dememizi, yeni keşiflerimizin sonrasındaki küçük hüsranlarımızı… Ama yine de hiçbir hüsrandan yılmayıp tekrardan yeni bir şeyler keşfetmeyi sonrasında bunlara Tuğrul un söz yazıp, söz müzik= grup TMM-YU imzasını atmayı ve sonraki günler boyunca bir marş gibi bunların söylenmesini özledim. ‘Ben dünyaya leylekle geldim’, ‘Arı boka kondu’, ‘Gelme’, benim yazdığım ‘Aşk şarkısı’, ‘Gel bana gel ban gel, ateşinle yak beni yavrum’  gibi fenomenlerin hayatımızın felsefesi haline getirmeyi özledim mesela… Mahmut un bir şarkıya akor basışının ardından Mert’in gitarın tellerini gıytlatmasını ve gıytlatırken kendine gizemli misyonunu takmasını özledim. Gitarsız dönemlerimizde bizim evin meşhur gitarcı abimizden gitar kiralamayı, Mert e özellikle pembe gitar kiralanmasına itina edilmesini özledim.
Özledim mesela, oyun oynama dönemlerimizi. Flat out, left 4 dead, candycroush, farmville2 gibi zamanlarımızı öldürmeyi ve birbirimizi geçmeye çabalamamızı, tatlı rekabetlerimizi özledim. Özellikle flat out da benim hırs yapmamı, birbirimize arabalarla çarpmamızı özledim. Benim Me
rt e sinir olmamı ve Mert’in de bana kasti hareketler yapmamızı, Mahmut’un alıp başını gitmesini, Tuğrul’un Mert’e vurdu kaçtı yapmasını ve daha nicelerini özledim.
Özledim mesela Refik in bize gelip, bir selam çakıp direkt mutfağa dalmasını ve atıştırmasını, bizim ona laf atmamızı sonrasında oturup anime izlemesini ve özellikle Japon seslendirmeli İngilizce alt yazılı olanları… Konuşmalarımızda Refik in tabuların üzerine gitmeyi özledim mesela. Konuşurken Refik’in ciddi olmasını ve sonrasında hiçbir şey olmamış gibi o koskoca cüssesine aldırmadan içinde bulundurduğu 100 çocuğun ruhundan birini seçip çocuklaşmasını özledim.
Refik’in bizde kaldığı günlerde sabah kahvaltılarına el atmasını ve uyandığımda ‘Aman Tanrım! ...’ nidasıyla hayretle mutfağın nasıl dağıtılabildiğini düşünmeyi özledim. Ama tüm bu dağınıklığa rağmen bizi muhteşem bir kahvaltı beklediğini bilmeyi, Refik’in muhteşem kreplerini, yemek yerken ki bir ses sanatçısının sesini akort edermişçesine içinde bulunduğu halini ve hiç bir şey olmamış gibi yemeğini yemeyi sürdürmesini özledim. Ayrıca Refik’in her yemek sonrasında ‘çok kötü besleniyoruz, bundan sonra daha sağlıklı beslenmeliyiz, bundan sonra diyet yapacağım yemek yemeyeceğim’ gibi repliklerini bıkmadan usanmadan demesini ve her seferinde daha başlamadan bitmesini özledim.
Refik’in bizim evi siparişlerin toplandığı depo olarak kullanmasını, bizim de ‘Refik acaba bu sefer ne sipariş etti’ diye heyecanlanmayı, kutular açıldıktan sonra heyecanımızın ve şaşkınlığımızın boş olmadığını görmeyi ve Refik’in birbirinden ilginç (aslında ilginç değil, aslında çok gerekli fakat o an için ilginç işte) siparişlerini incelemeyi özledim.
Sınav haftasında birlikte ders çalışmayı özledim. Benim okuyup Mahmut’un dinlemesi, Mahmut’un okuyup benim dinlememi ve not almamı, Mert’in bize geldiği günlerde yine ortaklaşa ders çalışıp, ders çalışmaya başlar başlamaz Mert’in gözünden yaşlar gelmesini ve hemen ardından uykusunun gelmesini özledim mesela… Bir süre bu böyle devam ettikten sonra Mert’in bir anda heyecanlanmasını, panik yapmasını, Oscar ödüllü pimpirik rolünü kimseye kaptırmamasını ve telaş içinde ‘’Abi ne yapsak yaa, okuyarak mı devam edelim, not mu hazırlayalım, kitaptan mı çalışalım yoksa çıkmış sorulara mı kasalım, birlikte mi çalışalım yoksa bireysel mi çalışalım’’ şeklinde çoktan seçmeli soruları her seferinde önümüze sunmasını özledim mesela.  Çokta kısa olmayan cevap bulma sürecinden sonra Mert’in kendine has usulüyle bir sanat eseri icra eder tarzda kopya hazırlamasını, bizim okuyarak çalışmaya devam etmemizi ve arada sırada not almamızı devam ettirerek ders çalışmamızı özledim. O zamanlar ne kadar büyük ve içinden çıkılması zor bir durumdu belki bizim için. Tüm dertlerimiz sınavları vermekti bizim için. Hocanın bizi, bizim sınıfı kafasına takması, sınavda zorlayacak olmasıydı. Belki küçük görüyor ama o zaman çok büyük dertlerdi. Küçük bir çocuk için ilk öğrenmeye başladığı sokağının kocaman olması, büyüdükçe kendi sokağının küçük gelmesi ve büyüdükçe kendini diğer sokaklara, diğer mahallelere, başka şehirlere, başka ülkelere taşıması, sığamaması gibi bir şey bu küçük dertler.
Sınav haftasının bitiminden hemen sonra kocaman bir oh çekmeyi, rahatlamayı özledim. Sanki bütün sıkıntılar bitmiş, savaşlar bitmiş dünyaya barış gelmiş, bütün halklar huzur içinde yaşıyormuş gibi hissetmeyi özledim mesela. Eğer ki bu barış dönemi vizelerden sonrasında ise kendini dışarı atar ve nirvanaya ulaşırcasına huzur depolarsın ruhuna ve hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam edersin. Eder misin? Hayır, bu sefer de sınavlarda neler olduğu konusunda ülkeyi kurtaracakmış edasıyla kritik yaparsın. Bütün bu kritikler sonrasında sanki dediğimiz olacakmış gibi, sanki sınavlar tedavülden kalkacakmış gibi umarsın. Yine bir sonraki okul gününde okula gitmeyi sürdürürsün. Fakat bu barış dönemi finallerden sonraysa, kendine bir bilet bakarsın, memleketine, güzel sevimli kentine, dünyada başka bir yerde yaşanmayacağına inandığın şehrine. Mümkün olsa tek gidiş, bir şarkının da sözlerinde ki gibi ‘’One way ticket, one way ticket to the blue’’… Başta bir abiyle (adını hiçbir zaman hatırlayamadığım ama gıda mühendisliği okuyan bir abi ve Tarsus yolcusu) tesadüfen de olsa yol arkadaşlığı yaptığım uzun yolda, sonrasında Mahmut la yol arkadaşlığı yapmayı özledim mesela. Erzurum dan ayrılmadan önce aklıma mutlaka Mersin ile ilgili tek bir şarkının (Mersin Mersin güzel mersin, genç kız gibi şuhsun şensin, Akdeniz in kenarında bir güzel sensin) gelmesini ve bunu Tuğrul bezesiye kadar dinlemeyi ve söylemeyi özledim mesela.
Memleket dönüşünde annelerimizin hazırladığı pasta börekleri, dolmaları, yaprak sarmaları bir sergi açar şekilde sunmayı ve ardından afiyetle yemeyi özledim mesela, birkaç günlük yemeğimizi bu olacağını bilebile. Mert in bize geldiğinde bu yiyecekleri gördüğünde kendinden geçmesini ve özellikle bizim meşhur ıspanaklı peynirli üçgen böreği yerken ki halini görmeyi özledim. ‘’Bu beni bitiriyor abiiii’’ demesini, sanki korkunç bir kâbustan uyanıp kendine geliyormuşçasına yaptığı hareketleri özledim.
Özledim mesela; okulun son senesinde de olsa Cuma gününden itibaren Hasanın gelmesini ve projeksiyon da film seyretmeyi, gerçi bu gecelere çok da katılmasam da. Öyle geceler olurdu ki film izlemek istemesin ama orada olduğunu bilirsin. Özledim işte her ne kadar söylensem de evin peşmerge evi halini almasını, adım atacak doğru düzgün bir yer bulamayacak şekilde dağılmasını, evin kablolardan örümcek ağı gibi örülmesini fakat tüm bu kabloları ortadan kaldırdığında düzgün bir ev halini almasını…
Özledim mesela, eve couchsurfing adlı programdan gelen yabancı misafirleri ağırlamayı. Kimsenin kimseyi tanımadığı ortamlarda yeni, farklı kişilikleri tanımayı, konuşmayı özledim. Herkesin farklı yanları, özellikleri hakkında konuşursun, nereden geldiğini nereye gittiğini, neden bu dünya turu yaptığını konuşursun. Farklı yaşam tarzlarını öğrenirsin, farklı felsefeleri keşfedersin, onların müziğini dinler ve belki de kendi müzik arşivine katarsın. Eğer onlarda bir enstrüman çalıyorsa, sanki dünyadaki farklı müziklerin tanıtımını yapan bir televizyon programı tadında bir gece yaparsın, farklı kültürlerin müziklerinin bir araya gelince ortada ne bir dilin ne de anlaşamamak için bir nedenin kaldığını görürsün. Onların kendine has yemeklerini yaptıklarında farklı tatların tadına bakarsın. Dünyanın birbirinden çok uzak köşelerinden her tür insanı tanımayı, yaş, dil, din farkı gözetmeksizin öğrenmeyi özledim mesela. Eve gelen yabancı kızlara sanki görücüye çıkacakmış gibi kahve servisi yaptırmayı ve bunu evin bir geleneği şeklinde sürdürmeyi özledim mesela.
Arada bir sıkılınca ve de canım çekince, bunu ileride meşhur olacağını bilmeden ve önemli günlerin vazgeçilmezi olacağını düşünmeden benim meşhur ‘BOKLU PASTA’ mı yapmayı, yemeyi ve yedirmeyi özledim mesela. İlk yaptığım zamanı hatırlıyorum da, kahkahalar havada uçuşmuştu. Mahmut un doğum günüydü ve ona bir pasta yapmak geldi içimden, gerçi her zaman yapardım ama süsüyle uğraşmadan. Ama bu safer ki pastanın çok önemli olması gerekiyordu ve süslemeye karar verdim. Pastayı normal bir şekilde yaptım ve çikolatalı pasta kremasıyla üzerine yazı yazmaya karar verdim. Ama şekillendiriciyi kâğıttan düzgün yapamadığımdan düzgün bir şekil çizemedim ve bende birkaç kule görünümünde şekil çizmeye başladım. İlk başta aklıma bile gelmemişti. Tamamen saf duygularla yaptığım şekil, karikatürlerde mizansen olarak çizilen ‘BOK’ a benzemişti. Dolaba kaldırdım ve soğumasını beklerken odamda vakit geçiriyorken bir anda içeri kahkahalardan yıkılır şekilde ve gülmekten zar zor nefes alan Mahmut geldi. ‘’Ne oldu?’ diye sorunca mutfağa çağırdı ve Tuğrul u elinde pasta ve Mahmut ile aynı ruh hali içinde görünce anladım, bir fenomen yaratmıştım. Ki bir süre sonra Mert ve Gamze de gelince ve pastayı görünce aynı durum ve vaziyet onlara da bulaşmıştı. Özledim işte bu günleri, herkesin farkında olmadan yaptığı ve bir fenomen haline gelen hallerini.
Gamze’nin bize geleceğe zamanlarda televizyondaki dizileri izleme şartını öne sunmasını ve bize gelince de izleyememesini özledim mesela. Gelince önceleri pis yedili daha sonrasında Galatasaray- Fenerbahçe maşları tadında 101 oynamayı özledim. Konuşmanın herhangi bir yerinde Mert ve Gamze’nin birbirlerine laf söylemelerini, benim ne şartta ve durumda olursam olayım ‘kız tarafı’ nı tutmamı özledim. Gamze’nin ona farklı ses tonlarında seslenmesini, konuşmasını ve Mert’in de ağzını yayarak konuşmasını ve birbirlerini sevmelerini özledim.
Gamze’nin Mert’e ‘’bugün ne olduuu…’’ diye başlayıp günün dedikodularını anlatmasını, Mert’in olanlara yorum yapmasını özledim. Zaten Mert’in ayaklı gazete misali bütün sanat âleminde ve cemiyet hayatında yaşananları paparazzi muhabiri gibi anlatmaması kaçınılmazdı.
Yapacak hiç bir şey bulamayınca internetten arabalara bakmayı, onlar hakkında konuşmayı, her seferinde farkında olmadan aynı diyalogların yaşanmasını özledim. Tuğrul’un Mercedes tutkusu, Mert’in hala net bir şekilde öğrenemediğim ama işle alakalı arabalara bakması ve hayalini kurması, benim passat cc tutkum ve tempra’dan nedensiz nefret edişim, Gamze’nin mito hayalini özledim mesela. Her seferinde bu arabaları Mert’in bize alacak olmasını dile getirmeyi özledim.
Özledim işte evde bunların yaşanmasını. Biliyorum bunlar çok güzel bir şekilde hatırlanacak her zaman. Ve sadece benim dile getirdiğim gibi değil, herkesinde özleyeceği güzel günlerdi. Yaşarken belki hiç birimiz tarafından fark edilmedi fakat hani hayatımı anlatsam roman olur deyimi vardır ya, bizim şimdiden iki yıl için de olsa anlatacak romanımız var. Konuştuğumuzda anlatacağımız çok muhteşem anılarımız var, bu anılar öyle anılar ki filmi çekilse komedi dalında ödüller alacak anılar. Bir Ordu gezisi anımız, Mert ile Mahmut’un karakol macerası gibi olağan üstü zamanlar.
Çoğu zaman dertlendik, Halil Sezai’nin isyanından bile büyük isyan ettik, yaşadığımız durumlara küfürler ettik, sinirlendik yine küfürler ettik. Depresyonlara girmediğimiz mi kalmadı, ‘’Erzurum sen mi büyüksün ben mi?’’ tarzında nidalarımız mı olmadı, hepsi de oldu ama iyi ki de oldu.
Çoğu zaman düşünür dururduk, Erzurum acaba bana ne kattı diye. Her zaman cevaplarımız ‘ulan Erzurum ömrümü yedin bee!’ şeklindeydi fakat Erzurum bize çok şey kattı. Bu güzel dostlukların kurulmasını sağladı. Şu an birbirimizden çok uzakta da olsak asla kopmayacak bir bağ kuruldu aramızda. Fark ediyorum çok duygusala bağlıyorum son cümlelerimde ama işte bu güzel dostluğun bir arada yaşanmasını özledim…

8 Mart 2013 Cuma

İNSAN KİMYASI

Anlaşılamayan, formüllere dökülemeyen, sebebi sırrı bilinmeyen en büyük çekim güçlerinin sahip olduğu bir derya bu kimya... Daha henüz üzerinde doğru dürüst çalışan bir bilim adamı yetiştiremeyen bir konu bu insan kimyası... Nasıl oluyorda tek başına bir anlam ifade etmiyor? Neden sadece en az birine daha ihtiyacı oluyor değer kazanmak için... Tek başına bir anlam taşımayan fakat bir bütün içinde anlam kazanan bağlaçlar gibi... Halbuki değil mi tek başına da pek ala varlığını sürdürebilen bir varlık olması... Nasıl bir kimya ki bu karşısındaki birini kendine doğru çekebiliyor ya da tam tersi... Uzaklaştıkça uzaklaşıyor...
Kan ve gül, gül ve diken, sevmek ve sevilmemek, aşk ve nefret... Tüm bunların hepsi içinde mi bu insan kimyası denilen oluşumun ya da hepsi birer uydurma mı boşluktan, yapacak bir iş bulamamaktan?... Şayet uydurma ise nasıl bir tür uydurma... Uydurmalar saçma sapan işler değil midir? Fakat bunlar uydurma olamazlar yoksa nasıl bu kadar bizleri uğraştırma konusunda birinci sırayı kaptırmazlar? Demek ki gerçekten var olan olgular bütün bu duygu karmaşalarının hepsi...
Düşününce tüm bunların nereden geldiğiyle ilgili hala doğru dürüst bir fikrimiz olasa da yaşıyoruz işte tüm bu olgular, duygu karmaşalarını...
Bir insanın severken nefret etmesi, hoşlanmazken iyi bir şekilde anlaşabilmesi, aşık olurken ruhsuzlaşabilmesi hala anlaşılamayan bir durum olsa da hepsini bir anda dahi hissedebiliyor işte..
Tüm bunların hepsi birden yaşanırken, tüm bu olguların içinde en çok merak uyandıran his ise aşk...
Bir insanın başka bir insana ilk görüşte birden sempati besleyebilmesi, devamlı onu düşünmesi, uyurken, oturuken, yemek yerken, duş alırken, ağlarken, gülerken, konuşurken, nefes alıp verirken onu hissetmesi, o aklına her geldiğinde midene krampların girmesi, kalp atışlarının hızlanması, nefes alıp vermelerinin hızlanması ve derinleşmesi hatta kusması normal mi? Bunların hepsinin normalde birer hastalık belirtisi değil mi? Nasıl oluyor da aşk tüm bunlara rağmen bu dünyadaki, yaşarken ki en güzel şey?
Aşk güzel bir şey... Tek başına sadece bir varlıkken, bir bütün olarak değer kazanmak güzel bir şey... Karşındaki tarafından önemli hissedilmek, önemsenmek güzel bir şey... Bir bütün olmak, birleşmek, düştünde elinden tutulmak, kaldırılmak güzel bir şey... Onsuz hayatın anlamsız olduğunu düşünmek, onsuz yaşayamamayı hissetmek güzel bir şey... Her daim özlemek, özlediğini hissetmek, özlenilmek güzel bir şey..



Aşk güzel bir şey...

5 Ocak 2013 Cumartesi

COUCHSURFİNG TO MY HOUSE 1

 Arkadaşlarım sayesinde tanıştığım bir program olan couchsurfing, dünyaya olan bakışımı geliştiren, fikirler dünyamda yeni fikirler oluşturan bir program olmuştur. İlk olarak, bundan tam 4 yıl önce tanıştım... Biri Hungarian diğeri Spanish ALEX iki çocuk misafir etmiştik arkadaşlarla... Tabi ben o zamanlarda yurtta kaldığım için direkt olarak hosting yapamıyordum... Ta ki geçen sene eve çıkana kadar... Çıktığım evde couchsurfing programı kullanılıyordu ve bu sayede bir çok couchsurfer eve geliyordu. 
Geçen seneden bu zamana kadar bir çok couchsurfer geldi evimize... Eee tabi iş bu kadar yoğun olunca, ben de bu blog adresimde deneyimlerinden bahsedeyim dedim.

THE FİRST GROUP WHİCH THE WRİTE FİRST
İlk yazmak istediğim grup, ikişerli gruplar halinde, toplamda 4 kişilik bir grup... 
İlk ikisi fransız olan arkadaşlar, diğer gruplardan farklı olarak sadece Türkiye yi gezen bir grup. Çocuklardan birisini adı Quentin Lebert, diğerinin adı ise ERWAN dı. Bu iki arkadaş, belirli bir konuda çalışarak sponsor bulan ve bu sponsor parası ile Türkiye yi gezen insanlardı. Bu iki arkadaş, Türkiye de GDO suz, doğal tarım yapılan yerleri ve doğal yaşamla ilgili çalışmaları araştırıyorlardı.
Diğer grup ise, adları Nicolas Genna ve
Valentina Zečević olan iki kişiydi. Nicolas ingilizce öğertmeni ve bir çok ülkede çalışmış bir kişiydi. Çok iyi derece de ingilizce, fransızca, almanca felemenkçe ve farsça bilen bir kişiydi. Valentina ise Podgoricalı çok güzel bir kızdı. bu ikili dünyayı dolaşan bir gruptu, ve Erzurumdan sonra İran a geçeceklerdi. 
Bu 4 muhteşem insandan Nicolas ve Valentina iki, Quentin ve Erwan ise 4 gün kaldılar. ve toplamda 4 muhteşem gün yaşandı. Muhteşem diyorum çünkü 4 ü de mükemmel müzik insanıydı. Nicolas yolculuğu esnasında yanında bir gitar, mızıka taşıyordu. Quentin ve Erwan ise ukulele, ve hala adını ezberleyemediğim ama ukulele ye benzeyen fakat yerel bir çalgı taşıyorlardı. Benim elimde def ve kaşık, Mahmut un elinde bağlama ile küçük bir müzik grubu oluşturduk bir anda. Hep birlikte o kadar uyumlu çalıyorduk ki... Sadece tek bir şey söylenir... ANLATILMAZ YAŞANIR... Herkes kendinden birşeyler katarak bir müzikal, bir konser, bir oratoryo ortamı yaşandı sanki... 
Çok sıcak bir ortam yaşandı. Herkes sanki yıllardır birbiriyle arkadaşmış gibi konuşuldu. 
İlk gün bu şekilde atlatılırken, hiç bitmemesini istercesine... İkinci günün akşamında tabi bizim evin olmazsa olmazlarından COCO DÜRÜM lü bir akşam yemeği oldu.. Sanki büyük bir ailenin yemekli toplantısı gibi bir an yaşandı.. Sanki Nicolas bizim evin çok gezen, gören, bilen büyük amcası ve bildiklerini, gördüklerini devamlı anlatan kişi görevi görüyordu. Valentina evin tek, küçük nazlı prensesi rolündeydi. Quentin ve Erwan ise evin başına buyruk çocuklarıydı.... :D İkinci gün bizim sınav haftasından dolayı ilk günkü gibi bir ortam yaşanamadı. İçeride fulbol maçı izlendi, ben hariç...
Üçüncü gün Nicolas ve Valentina İran yolunu tutmuşlardı. Olsun gidenlerin yolları açık olsun, kalan sağlar bizimdir.... :D Geriye Quentin ve Erwan kaldı ve küçük müzik ortamı devam etti. 
Son gün de farklı bir durum yaşanmadı ve diğer ikisi de yollarına koyuldular. 
Çok teşekkürler hepsine birden, bizlere farklı unutulmaz anlar yaşattıkları için... Hayatlarında başarılarının devamı dilerim... hepsini çok özleyeceğim.... geriye sadece bu fotoğraf kaldı bu anlattıklarımın belgesi.... 




 ENGLİSH 

My friends I met through couchsurfing with a program, the outlook on the world, develops a program that creates new ideas, ideas that have been part of the world. First, it fully met four years ago ... Spanish Hungarian and the other two children, one of the guests have already ALEX friends ... Of course, I stay in the dorms at that time I could not do directly for hosting ... Until last year, until the house ... Get out of the program being used at home and in doing so a lot of couchsurfing CouchSurfer coming home.Up to this time last year we received a very CouchSurfer ... So, when subjected to such intense work, I tell you about this blog via my experiences, I said.WRITE THE FIRST GROUP WHICH THE FIRSTI want to write the first group, in pairs, a total of a group of 4 persons ...The first two are friends who are French, as distinct from other groups in Turkey yi just a bunch of browsing. Quentin Lebert one of the boys name, and the other is called outside Erwan. The two friends, who sponsor and the sponsor of a particular issue with the benefit of working people in Turkey yi browsing. These two friends, Turkey, GMO-free, natural farming activities were searching for places and natural life.The other group, the names Nicolas Genna andValentina Zecevic two armies. Nicolas has worked in many countries and was a person öğertmeni English. Very good, very well English, French, German, Dutch, Persian was a person who knows. Podgorica is a very nice girl Valentina. This was a group of binary traveling around the world, and they would have a Erzurumdan Iran after.This 4-Nicolas and Valentina, two wonderful people, Quentin and Erwan were the fourth day. There was a total of four glorious days. A man of great music because I did not spectacular at 4 percent. Nicolas during the travel next to a guitar, harmonica bore. Erwan Quentin and the ukulele, and I still like to name but a local instrument ukulele carrying ezberleyemediğim but. Def my hands and spoon, a small music group created by binding the hands of Mahmud at a time. Together we play them compatible so that ... Said only one thing ... ANLATILMAZ experienced ... Everyone is into something of herself in a musical, a concert, as if there was an oratorio environment ...There was a very warm atmosphere. Everyone talked about it for years with each other as buddies.The first day has finished in this way, as if to never end ... Subject to the sine qua non of our house on the evening of the second day was a dinner-point COCO situation .. It's like a big family dinner meeting took place in a moment .. It's like our house is very browsing Nicolas, who, knowing his great uncle, and knew, served as narrator was constantly seen. Valentina single house, acted as a little spoiled princess. Erwan maverick Quentin and the children of the house .... : D The second day as the first day due to our test environment yaşanamadı week. S football matches were inside, except me ...Copping the path of the third day, Nicolas and Valentina Iran. Paths open to those who get it, provides the rest is ours .... : D I stayed back and Erwan Quentin and small music scene continued.Recently there has been a different state of day and the other two were set paths.

 Thank you very much to all of a sudden, they've given us unforgettable moments for different ... I wish continued success in their lives ... I will miss them all .... stayed in this document have told all that's left of this photo ....