EVDEKİ SES
Özlemek gerçekten önemli bir
şeymiş insanoğlunun hayatında… Bütün birikimlerini, yaşamlarını,
yaşanmışlıklarını, hayallerini meğersem özleyebiliyormuş. Bütün hayatın bir
aradayken farkına varılmıyorsa da er ya da geç sonradan farkına çok kötü bir
şekilde varılıyor.
Bütün o yaşananlar zamanında ne
güzel günler, bu benim için çok iyi oldu ya da keşke bunlar olmasaydı şeklinde
bir kritikten geçmiyor elbette… Düşünmezsin sonuçta… Bu şekilde düşünmeli miyim
ya da düşünmemeli miyim diye de aklına bir fikir gelmez. Yaşarsın, sadece
yaşarsın… İyisini kötüsünü ayırt etmeden, güzel veya kötü bilmeden, sonra çok
pişman olurum ya da iyi ki yapmışım demeden yaşarsın… Ama özlersin… Sebepsizce,
neden diye sorgulamadan, ayrım yapmadan özlersin.
Özledim mesela Tuğrul’un rap
müzik sevdasını ve bırakılırsa bıkmadan günlerce, aylarca ve yıllarca
kesintisiz bir şekilde dinleyebileceğini bilmeyi… Mahmut’un yeni isimler,
gruplar ya da bunların jazz akustik versiyonlarını keşfetmesini, yeni bir isim
keşfettiğinde bu kişinin sesini duyduğunda ki heyecanı tüm vücudunda
hissetmesini… Sonra bize gelip ‘’ dinle, muhteşem bişe’’ demesini… Yeni bir
site bulup onu bizimle paylaşmasını özlüyorum mesela… Benim farklı bir şeyler
keşfetmemi, yenilikleri inceleyip, eskilerin unutulmuş ezgilerini tozlu
raflardan çıkarıp geniş bir repertuarla birlikte bir radyo programı gibi
sunmamı özledim mesela…
Benim İlhan İrem, Fikret Kızılok,
Melahat Gülses gibi isimleri açıp sonrasında Tuğrul’un ‘’bu kim yaaaaaa?‘’
demesini benimde ona, şaka yolla aşağılar bir tonda ‘’ bilmiyor musun bunu? Çok
ayıp… tıt tıt tı’’ dememi ve açıklamamı özledim mesela…
Özledim mesela okuldan dönerken
evde Tuğrul’un yemek yapmış olmasını dilemeyi fakat eve döndüğümüzde bir hayal
kırıklığı yaşamayı. Tuğrul’un yemek
yapmasını canının çekmesini ve sonrasında ortaya fırında patatesli, biberli,
domatesli, soğanlı tavuk yapmasını ve her seferinde de bunda kendini farklı
yollarda geliştirmesini ya da ‘’hadi bir iki lira atın’’ deyip 300 gram
kıymayla kıymalı makarna yapmasını. Bazen bizim sıkılıp Mahmut ile birlikte
garnitürlü, tonbalıklı makarna yapmamızı, bir iki sefer olmuş olsa da ‘’evde ne
var ne yok salatası’’ ile sağlıklı yaşam yemeği yapmamızı özledim mesela… Ama yine de Tuğrul’un farklı bir yemek yapma
arzusunu beklemeyi özledim…
Özledim mesela bizim meşhur
kadınların altın günü tadında ‘’koko dürüm’’ günlerimizi… Grubu toplayıp,
kendimizden geçercesine ‘’koko dürüm’’ yemeyi… Ayrıca her seferinde aynı
diyalogların yaşanmasını ve sanki ilk kez duyuyormuşçasına dinlemeyi…
-Mert: Abiiiiiiiii….! Bu bambaşka
bişee… Var ya… (kollarında kılları göstererek) tüylerim diken diken… Süper bişe
-Herkes: (başını sallar ama
umursamaz)(Refik hariç)
-Refik: Aslında bu bize bu kadar
güzel geliyor… Ben İstanbul da bunu yaptım herkes normal karşıladı…
Ve diyalog bu şekilde devam eder…
‘’koko dürüm’’ sonunda herkesin şişmiş bir vaziyette acaba bir dürüm daha
yiyebilir miyim düşüncesiyle aklını meşgul etmesini özledim mesela… Çok mu gurmelik bir tattı, belki değil…
Annemlerin taktığı bir isimle ‘’tavuklu salata işte’’ ama mesele tavuklu salata
değildi… Bizim bir arada olmamız ve muhteşem masa başı sohbetlerimizdi ve ben
bunu özledim mesela.
Özledim mesela, oyun oynama
dönemlerimizi. Flat out, left 4 dead, candycroush, farmville2 gibi
zamanlarımızı öldürmeyi ve birbirimizi geçmeye çabalamamızı, tatlı
rekabetlerimizi özledim. Özellikle flat out da benim hırs yapmamı, birbirimize
arabalarla çarpmamızı özledim. Benim Me
rt e sinir olmamı ve Mert’in de bana
kasti hareketler yapmamızı, Mahmut’un alıp başını gitmesini, Tuğrul’un Mert’e
vurdu kaçtı yapmasını ve daha nicelerini özledim.
Özledim mesela Refik in bize
gelip, bir selam çakıp direkt mutfağa dalmasını ve atıştırmasını, bizim ona laf
atmamızı sonrasında oturup anime izlemesini ve özellikle Japon seslendirmeli
İngilizce alt yazılı olanları… Konuşmalarımızda Refik in tabuların üzerine
gitmeyi özledim mesela. Konuşurken Refik’in ciddi olmasını ve sonrasında hiçbir
şey olmamış gibi o koskoca cüssesine aldırmadan içinde bulundurduğu 100 çocuğun
ruhundan birini seçip çocuklaşmasını özledim.
Refik’in bizde kaldığı günlerde
sabah kahvaltılarına el atmasını ve uyandığımda ‘Aman Tanrım! ...’ nidasıyla
hayretle mutfağın nasıl dağıtılabildiğini düşünmeyi özledim. Ama tüm bu
dağınıklığa rağmen bizi muhteşem bir kahvaltı beklediğini bilmeyi, Refik’in
muhteşem kreplerini, yemek yerken ki bir ses sanatçısının sesini akort
edermişçesine içinde bulunduğu halini ve hiç bir şey olmamış gibi yemeğini
yemeyi sürdürmesini özledim. Ayrıca Refik’in her yemek sonrasında ‘çok kötü
besleniyoruz, bundan sonra daha sağlıklı beslenmeliyiz, bundan sonra diyet
yapacağım yemek yemeyeceğim’ gibi repliklerini bıkmadan usanmadan demesini ve her
seferinde daha başlamadan bitmesini özledim.
Sınav haftasının bitiminden hemen
sonra kocaman bir oh çekmeyi, rahatlamayı özledim. Sanki bütün sıkıntılar
bitmiş, savaşlar bitmiş dünyaya barış gelmiş, bütün halklar huzur içinde
yaşıyormuş gibi hissetmeyi özledim mesela. Eğer ki bu barış dönemi vizelerden
sonrasında ise kendini dışarı atar ve nirvanaya ulaşırcasına huzur depolarsın
ruhuna ve hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam edersin. Eder misin? Hayır, bu
sefer de sınavlarda neler olduğu konusunda ülkeyi kurtaracakmış edasıyla kritik
yaparsın. Bütün bu kritikler sonrasında sanki dediğimiz olacakmış gibi, sanki
sınavlar tedavülden kalkacakmış gibi umarsın. Yine bir sonraki okul gününde
okula gitmeyi sürdürürsün. Fakat bu barış dönemi finallerden sonraysa, kendine
bir bilet bakarsın, memleketine, güzel sevimli kentine, dünyada başka bir yerde
yaşanmayacağına inandığın şehrine. Mümkün olsa tek gidiş, bir şarkının da
sözlerinde ki gibi ‘’One way ticket, one way ticket to the blue’’… Başta bir
abiyle (adını hiçbir zaman hatırlayamadığım ama gıda mühendisliği okuyan bir
abi ve Tarsus yolcusu) tesadüfen de olsa yol arkadaşlığı yaptığım uzun yolda,
sonrasında Mahmut la yol arkadaşlığı yapmayı özledim mesela. Erzurum dan
ayrılmadan önce aklıma mutlaka Mersin ile ilgili tek bir şarkının (Mersin
Mersin güzel mersin, genç kız gibi şuhsun şensin, Akdeniz in kenarında bir
güzel sensin) gelmesini ve bunu Tuğrul bezesiye kadar dinlemeyi ve söylemeyi
özledim mesela.
Memleket dönüşünde annelerimizin
hazırladığı pasta börekleri, dolmaları, yaprak sarmaları bir sergi açar şekilde
sunmayı ve ardından afiyetle yemeyi özledim mesela, birkaç günlük yemeğimizi bu
olacağını bilebile. Mert in bize geldiğinde bu yiyecekleri gördüğünde kendinden
geçmesini ve özellikle bizim meşhur ıspanaklı peynirli üçgen böreği yerken ki
halini görmeyi özledim. ‘’Bu beni bitiriyor abiiii’’ demesini, sanki korkunç
bir kâbustan uyanıp kendine geliyormuşçasına yaptığı hareketleri özledim.
Özledim mesela; okulun son
senesinde de olsa Cuma gününden itibaren Hasanın gelmesini ve projeksiyon da
film seyretmeyi, gerçi bu gecelere çok da katılmasam da. Öyle geceler olurdu ki
film izlemek istemesin ama orada olduğunu bilirsin. Özledim işte her ne kadar
söylensem de evin peşmerge evi halini almasını, adım atacak doğru düzgün bir
yer bulamayacak şekilde dağılmasını, evin kablolardan örümcek ağı gibi
örülmesini fakat tüm bu kabloları ortadan kaldırdığında düzgün bir ev halini
almasını…
Özledim mesela, eve couchsurfing
adlı programdan gelen yabancı misafirleri ağırlamayı. Kimsenin kimseyi
tanımadığı ortamlarda yeni, farklı kişilikleri tanımayı, konuşmayı özledim.
Herkesin farklı yanları, özellikleri hakkında konuşursun, nereden geldiğini
nereye gittiğini, neden bu dünya turu yaptığını konuşursun. Farklı yaşam tarzlarını
öğrenirsin, farklı felsefeleri keşfedersin, onların müziğini dinler ve belki de
kendi müzik arşivine katarsın. Eğer onlarda bir enstrüman çalıyorsa, sanki
dünyadaki farklı müziklerin tanıtımını yapan bir televizyon programı tadında
bir gece yaparsın, farklı kültürlerin müziklerinin bir araya gelince ortada ne
bir dilin ne de anlaşamamak için bir nedenin kaldığını görürsün. Onların
kendine has yemeklerini yaptıklarında farklı tatların tadına bakarsın. Dünyanın
birbirinden çok uzak köşelerinden her tür insanı tanımayı, yaş, dil, din farkı
gözetmeksizin öğrenmeyi özledim mesela. Eve gelen yabancı kızlara sanki
görücüye çıkacakmış gibi kahve servisi yaptırmayı ve bunu evin bir geleneği
şeklinde sürdürmeyi özledim mesela.
Arada bir sıkılınca ve de canım
çekince, bunu ileride meşhur olacağını bilmeden ve önemli günlerin vazgeçilmezi
olacağını düşünmeden benim meşhur ‘BOKLU PASTA’ mı yapmayı, yemeyi ve yedirmeyi
özledim mesela. İlk yaptığım zamanı hatırlıyorum da, kahkahalar havada
uçuşmuştu. Mahmut un doğum günüydü ve ona bir pasta yapmak geldi içimden, gerçi
her zaman yapardım ama süsüyle uğraşmadan. Ama bu safer ki pastanın çok önemli
olması gerekiyordu ve süslemeye karar verdim. Pastayı normal bir şekilde yaptım
ve çikolatalı pasta kremasıyla üzerine yazı yazmaya karar verdim. Ama
şekillendiriciyi kâğıttan düzgün yapamadığımdan düzgün bir şekil çizemedim ve
bende birkaç kule görünümünde şekil çizmeye başladım. İlk başta aklıma bile
gelmemişti. Tamamen saf duygularla yaptığım şekil, karikatürlerde mizansen olarak
çizilen ‘BOK’ a benzemişti. Dolaba kaldırdım ve soğumasını beklerken odamda
vakit geçiriyorken bir anda içeri kahkahalardan yıkılır şekilde ve gülmekten
zar zor nefes alan Mahmut geldi. ‘’Ne oldu?’ diye sorunca mutfağa çağırdı ve
Tuğrul u elinde pasta ve Mahmut ile aynı ruh hali içinde görünce anladım, bir
fenomen yaratmıştım. Ki bir süre sonra Mert ve Gamze de gelince ve pastayı
görünce aynı durum ve vaziyet onlara da bulaşmıştı. Özledim işte bu günleri,
herkesin farkında olmadan yaptığı ve bir fenomen haline gelen hallerini.
Gamze’nin Mert’e ‘’bugün ne
olduuu…’’ diye başlayıp günün dedikodularını anlatmasını, Mert’in olanlara
yorum yapmasını özledim. Zaten Mert’in ayaklı gazete misali bütün sanat âleminde
ve cemiyet hayatında yaşananları paparazzi muhabiri gibi anlatmaması
kaçınılmazdı.
Yapacak hiç bir şey bulamayınca
internetten arabalara bakmayı, onlar hakkında konuşmayı, her seferinde farkında
olmadan aynı diyalogların yaşanmasını özledim. Tuğrul’un Mercedes tutkusu,
Mert’in hala net bir şekilde öğrenemediğim ama işle alakalı arabalara bakması
ve hayalini kurması, benim passat cc tutkum ve tempra’dan nedensiz nefret
edişim, Gamze’nin mito hayalini özledim mesela. Her seferinde bu arabaları
Mert’in bize alacak olmasını dile getirmeyi özledim.
Çoğu zaman dertlendik, Halil
Sezai’nin isyanından bile büyük isyan ettik, yaşadığımız durumlara küfürler
ettik, sinirlendik yine küfürler ettik. Depresyonlara girmediğimiz mi kalmadı,
‘’Erzurum sen mi büyüksün ben mi?’’ tarzında nidalarımız mı olmadı, hepsi de
oldu ama iyi ki de oldu.
Çoğu zaman düşünür dururduk,
Erzurum acaba bana ne kattı diye. Her zaman cevaplarımız ‘ulan Erzurum ömrümü
yedin bee!’ şeklindeydi fakat Erzurum bize çok şey kattı. Bu güzel dostlukların
kurulmasını sağladı. Şu an birbirimizden çok uzakta da olsak asla kopmayacak
bir bağ kuruldu aramızda. Fark ediyorum çok duygusala bağlıyorum son
cümlelerimde ama işte bu güzel dostluğun bir arada yaşanmasını özledim…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder